Yine pırıl pırıl bir Karşıyaka sabahı. Altı emekli Mülkiye mezunu sınıf arkadaşı sahilde güzel bir kahvaltı yaptık. Bir kişinin işleri vardı, kahvaltıdan sonra ayrıldı. Kalanlar, Bostanlı Pazarının yolunu tuttuk. Orada önce organik ürünler pazarına girdik. Biraz geç kalmışız. Ama yine de bir şeyler aldık. Sonra hemen yan taraftaki Hatay Günleri Yerel Pazarına girdik. "Şu da güzelmiş, şunu alsak mı" diye konuşarak dolaştık. Bir ara "Dünyada böyle bir şey olamaz" diye düşündüm. "38 yıl önce mezun olduğun okuldan arkadaşlarınla birlikte kahvaltı yapmak ve sonra pazara gitmek için sözleşmek ve bunu gerçekleştirmek"
Aslında, başlangıçta, Mülkiyelilik burun kıvırdığım bir olguydu. Okul yıllarımda “Mülkiyelilik” vurgusu yapanların bunu abarttığını, okul ve mezunları ile mezunlar arasında hayali bir bağlılık varmış gibi konuşulduğunu düşünür ve bu konuşmalara pek müdahil olmazdım. Bu ta ki rahmetli anne ve babamın 1991 sonbaharında bana Adana’ya gezmeye gideceklerini söylemelerine kadar sürdü. Onlara nerede kalacaklarını sorduğumda “Süha’da kalacağız” dediler. Ben de gayri ihtiyari “Hangi Süha?” diye sordum. “Senin Mülkiye’den sınıf arkadaşın Süha” Anne ve babam Süha ile ailecek görüşüyorlardı. Süha’nın eşiyle de çok iyi anlaşıyorlardı. Süha’da eşi ve çocuğu ile annemi ve babamı ziyaret ediyordu. Sonuç olarak Süha ile kardeş gibi olmuştuk. O zaman bu camiadan pek çok kişiyle kardeşlik düzeyinde bir bağım olduğunu anladım.
Ama Mülkiye ya da Mülkiyelilik sadece derin dostluk ve kardeşlik duygularının yaşandığı bir geleneğe işaret etmiyor. Berlin’de çalıştığım yıllarda Alman ev sahibim ve komşum bir sonbahar günü bana uğradıklarında onları yazın göremediğimi söyleyip, nerelerde olduklarını sordum. Altı haftalık tatil izinlerini kullandıklarını söylediler. Ev sahibim Namibya’ya tatile gittiğini söyledi. “Hiç duymuş muydun bu ülkeyi diye sordu?” Ben de “Evet Batı Afrika’da bir ülke. Afrika kurtuluş mücadelelerinde öncü bir ülkedir” dedim. Komşum ise “Ben de Kosta Rica’ya tatile gittim” dedi. O sormadan ben “Biliyorum. Güney Amerika’da. Nikaragua ile sınır anlaşmazlıkları nedeniyle tanıdığım bir ülke” dedim. Ev sahibime bu açıklamalar ilginç gelmiş olacak ki “Siz farklı bir eğitim almışsınız” dedi. Ben de “Evet” dedim. “Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum.”
Mülkiye ortamı bizi böyle yaptı. Okulun içinde hangi duvara baksanız sizi bilgilendiren bir afişle karşılaşırsınız. Koridorda yalnız başınıza beklediğinizde iki kişinin hararetli bir şekilde birbirlerine Solow’un büyüme modelini tarif etmeye çalıştığını duyarsınız. Önünüzden geçen ve sizi selamlayan arkadaşınızdan elindeki, geçen ay Somali’de çıkan bir gazeteyi uluslararası ilişkiler bölümü öğrencilerinin Etiyopya-Somali çatışmalarını tartıştığı sınıfa götürdüğünü öğrenebilirsiniz. Sonuç olarak, Mülkiye mutfağının çeşitlerinden istediğinizi seçebilirsiniz. Namibya mı ilginç geliyor size? Adam Smith mi? Marx mı? Friedman mı? Vergi Hukuku mu? I. Dünya Savaşı mı? Bu, artık size kalmış.
Bilgi akışı sadece okul içinde kalmaz. Okul, Türkiye’nin kalbine birkaç kilometre uzaktadır. Bakanlıklar, Türkiye’nin en önemli kurum ve kuruluşları, kültür ve sanat merkezleri, paneller, çalıştaylar, toplantılar, olaylar okula neredeyse yürüme mesafesindedir. Ankara, Mülkiye’nin uygulamaya yönelik ikinci bir kampüsü gibidir. Türkiye Ekonomisi dersi hocamız rahmetli Çelik Aruoba’nın sınıfa “Devlet Planlama Teşkilatından beni feryatlar ederek aradılar. Verdiğim ödevle ilgili olarak yaptığınız ziyaretler yüzünden işleri durma noktasına gelmiş. Artık oraya gitmek yok” dediğini çok iyi hatırlıyorum.
4 Aralık 1859 yılında Mülkiye’yi açanların amacı modernleşme hamleleri içinde bulunan bir devlete insan kaynağı sağlamaktı. Bunda başarılı da olundu. Okul 1980’lere kadar kamu yönetimi için insan kaynağı yetiştirmekte neredeyse rakipsizdi. Yine 1980’lerde öğrencilerine sunduğu iktisat, maliye, işletme kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler eğitimi Avrupa’daki pek çok benzeri nitelikte okulla rekabet edebilecek nitelikteydi.
Bizim okuduğumuz dönemde (1979-1983) dersler büyük ölçüde toplumun fakir ve dezavantajlı kesimlerinin korunmasına dönük hassasiyetin altını çizecek şekilde sunuluyordu. Bununla birlikte özellikle iktisat ve maliye eğitiminin omurgasını yine iktisadın ana akımlarını oluşturan neoklasik iktisat ve Keynesyen iktisat oluşturuyordu. Hepsinden de önemlisi okulun programlarının demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını her zaman önde tutmasıdır. Bunlar bugün toplumumuzun en çok ihtiyaç duyduğu şeyler.
Zamanla Mülkiye’nin tek olmasının avantajı ortadan kalktı. Başka üniversiteler ve bunların iktisadi ve idari bilimler fakülteleri açıldı. Bunlar zaman içinde çok değerli hocaları ve öğrencileri ile Mülkiye ile ciddi rekabet içinde oldular. Aslında bu, Türkiye için olumlu bir gelişmeydi. Farklı bakış açılarını ve yaklaşımları ortaya çıkararak, entelektüel zenginliği artırdığı için Mülkiyelileri de sevindirmiştir. Diğer yandan pek çok Mülkiyeli akademisyen bu üniversitelerin gelişimine ve yükselmesine katkı vermiştir.
Evet, iki asra doğru ilerleyen bir geçmişi, akademik programının modern olması, seçkin bir akademik ve öğrenci kadrosunu bünyesinde tutması ve de okuldaki arkadaşlık ve dayanışmanın mezuniyet sonrası da dünyada az görülür bir yoğunlukta sürmesi Mülkiyeyi ön plana çıkaran özellikler. Mülkiyenin bir başka önemli özelliği de öğrencilerinin mezun olsalar da okulu bitirememeleri. Hala, bütün mezunları hocalarının ne dedikleri ne görüş bildirdikleri ile yakından ilgilidirler. İlber Ortaylı neye kızmış? Bilsay Kuruç ne önermiş? Korkut Boratav nasıl bir açıklama yapmış? Yahya Sezai Tezel neye itiraz etmiş? Yalçın Karatepe son gelişmeleri nasıl yorumlamış? Özer Ozankaya ne düşünüyor? Taner Timur bu konuya nasıl bir perspektif getirmiş? Rona Aybay’ın kitabı güzel mi? Şevket Pamuk bu yaklaşımı onaylar mı? Adını burada sayamadığım pek çok değerli hoca medyadan, sosyal medyadan, konferanslardan, yazdıkları kitaplardan takip edilir. Hocalara sosyal medyadan sorular sorulur, cevaplar okunur, tartışılır.
Mezunlar kendi aralarında sürekli olarak iletişim halindedir. Farklı sosyal medya araçları ile de yüzlerce gurup oluşturarak mevzuat, önemli haberler, gelişmeler, tartışmalar, müzik, resim, şiir, ekonomi, tarih, maliye hakkında bilgi paylaşımlarını sürdürürler. Bu bilgi alışverişi ve dayanışma Türkiye için de büyük bir kazanım ve sosyal sermaye oluşturmakta.
Mülkiye’nin kuruluşunun 162. yılında naçize düşüncelerimi İzGazete’ye yazabilmekten büyük mutluluk duyuyorum. Küçük de olsa bir tedirginliğim de var tabii. Mülkiyeli arkadaşlarımın bazılarının “Üstat şunu da yazsaydın daha iyi olmaz mıydı?”, “Şundan mutlaka bahsetmen gerekirdi”, “Bu yazı hiç olmamış”, “Mülkiye’yi iyi anlatamamışsın”, “Bak, bir daha ki sefere şunu ekle” eleştirilerini şimdiden duyar gibiyim. Ama yapacak bir şey yok. Bu camianın bir üyesiyseniz bunlara alışmalı ve eleştirileri dikkate almalısınız. Zaten ben de aynısını Mülkiyeli arkadaşlarımın yazılarına yapıyorum.