Dünya değişiyor. Hayatın ritmi, yaşam biçimi, yaşanılan yerler değişiyor. İnsanlar yer değiştiriyor; bazen daha iyi hayat koşullarına, refaha, eğitime, işe ulaşmak için, bazen adaletsizlikten kaçmak için bazen savaşların, felaketlerin, kuraklığın, kıtlığın yarattığı yaşam tehlikesinden kurtulmak için yaşadıkları yeri terk edip başka yerlere gidiyor.
Nüfus hızla kırsaldan kentlere akıyor. 19. yüzyılın başında dünya nüfusunun yüzde 15’i kentlerde yaşarken 2008 yılında bu oran yüzde 50’yi geçti. Türkiye’de kentleşme daha da hızlı. 1950 yılında 21 milyonluk nüfusun yüzde 75’i, nüfusu 5 bin kişiden az olan yerleşim yerlerinde yaşıyordu. 2020 yılında 85 milyonluk nüfusun sadece yüzde 16’sı nüfusu 2 bin kişinin altında olan yerlerde yaşıyor.
Kırsaldan kente göç durmayan, devam eden bir süreç. Gerek kırsaldan gerekse kentlerden büyük şehirlere, metropollere yoğun bir nüfus akışı var. Dünya nüfusunun yüzde 20’si 300 büyük şehirde yaşıyor ve bu şehirler dünyanın ürettiği gayri safi milli hasılanın yarısını üretiyor. Türkiye’de nüfusun yüzde 52’si, bütünleşik nüfusu 800 binin üzerinde olan, aralarında İzmir’in de bulunduğu 11 metropolde yaşıyor ve gayrisafi milli hasılanın yüzde 67’sini üretiyor. Türkiye kentleşmesini tamamlayamadan hızla metropolleşiyor.
Şehirlerin nüfuslarındaki bu hızlı artış sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlarımızı her zamankinden daha karmaşık hale getiriyor. Artık birbirinden farklı anlayışlara, düşünce biçimine, inanç sistemine, değer yargısına sahip insanlar bir arada yaşıyor. Bu farklılıkları bir arada tutmak, fiziksel olarak birbirine yakın ancak sosyal olarak giderek birbirinden uzaklaşan insanları bir araya getirmek için yeni yöntemlere ihtiyaç var.
Birbirine benzeyen sokak ve binalar yığını haline gelen, kimliğini yitirmekte olan kentlerin içinde yaşayan insanlar, kimliklerini, değerlerini yitirmeye, kentle ve toplumla olan aidiyet ilişkisini koparmaya başlıyor. Bu durumun yarattığı sorunlar hepimizin ortak sorunları haline geliyor.
Kentlerin kimliğini korumak, geliştirmek sadece çarpık yapılaşmayı önlemekten daha öte anlamlar taşıyor artık. Tarih boyunca kültürün, siyasetin ve ekonomik üretimin merkezi olan kentler bu özelliklerini, özellikle de kültürün merkezi olma özelliğini yitiriyor, kültür ve sanattan uzaklaşıyor.
Yaşanan tüm bu değişimlere paralel olarak kentlerin ve metropollerin yönetim biçimi de değişiyor. Sanayi toplumunun ortaya çıkardığı kent ihtiyaçlarını gidermek için oluşturulan yönetim yapıları ve yönetim anlayışı günümüzün ihtiyaçları karşısında etkisiz kalıyor. Günümüzün değişen şehirlerinin geleneksel yönetim ve belediyecilik anlayışı ve bakışıyla yönetilmesi artık mümkün görünmüyor.
Değişen kent yapısı ve oluşan nüfus hareketleri dar alanlarda yoğun nüfusun iç içe yaşadığı kentlerde uyum ve bir arada yaşama dair sorunlar ortaya çıkarıyor. Kente ait olma bilinci, kente sahip çıkma bilinci geliştikçe sorunların çözümünde halkın desteği artıyor. Kentler için en büyük güvence kendisini yaşadığı kente ait hisseden ve kentine sahip çıkan kişiler haline geliyor. Bunun için aynı şehirde yaşayan ancak farklı kültürlere, yaşam tarzlarına, değer yargılarına ve önceliklere sahip insanların birlikte yaşama koşullarının geliştirilmesi, yönetime katılımının sağlanması gerekiyor.
Yaşanan bu değişim hepimizin hayatını etkiliyor. O nedenledir ki yapay gündemin yarattığı tartışmalardan biraz uzaklaşıp, geleceğe doğru daha geniş bir açıyla bakmaya, içinde yaşadığımız sorunların asıl kaynaklarını irdelemeye ihtiyaç var. Aralarında İzmir’in de bulunduğu metropollerin günlük yaşamına dair sorunları ve bu sorunların çözümü için yapılması gerekenleri daha sık ele alıp tartışmak, seviye sorunu yaşayan iki siyasetçinin “ergen atarlanmalarını” izlemekten daha önemli olsa gerek.