Benzer bir durumu çok geçmişte değil, yakın zamanda yaşamıştım, yazan ben olduğum için yaşamıştım diyorum; aslı, yaşamıştık…
Her şeyin anlamsızlaştığı, bildiklerimizin/bildiğimizi sandıklarımızın hepsi, minicik bir virüsle çöp olmuştu. Devrilmeyip yere serilmeyenlerin de yaşayan ölülerden tek farkı… Çılgınca, ne yaşadığını anlatmaya, mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benzemişti. Dört duvarla market/pazaryeri arasındaki koşuşturmalarla, kayıplarımız için ritüelleri bile yerine getiremeden, yasımızı erteleyerek nefes alıp vermeye çabalıyorduk.
Bitti gitti diyebiliyor muyuz? Her gün 200’e yakın insanın öldüğü, her gün binlerce yeni vakanın, yeni varyantların kapımızda beklediği, doktorların sağlık çalışanlarının tükendiği kâbus sona erdi mi?
Sadece alıştık. Ölümlere, ölü gözlerle bakmayı kanıksadık.
Pandeminin ilk günleri, haftalarında lal olan dillerimiz çözülüp de yazmaya başladığımda, ne siz eski sizdiniz, ne de ben eski ben. ‘Hayat devam ediyor’ teranesinin gedikli yaşayanlarıydık. Başkalarının acılarını ‘yaşıyoruz çok şükür’le geçiştirip kendini, çekirdek ailesini ayakta tutmaya çalışan, içi boşalmış/boşaltılmış kurutulmuş sebzelerdik.
Kör topal, ayak sürüyerek de olsa yaşadığımızı kendimize kanıtlamaya çabalarken, geminin zaten çoktan su almış alt kamaralarında boğulmamak için var güçle kulaç atıp kürek çekerken, bir de tsunamiye yakalandık ki kimimizde can yeleği bile yok!
“Ah Milena… Denize düşmüşüz sanki. Elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz.. Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir. “(*)
***
“Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım, kepaze bir yaşam.”
Ülkenin yarısının Gregor Samsa’ya dönüştüğü, ‘kara pazartesi’lerin, ‘mor cumalar’ın birbirini tekrarlayıp durduğu bir iklimde gel de yaz. Ayrıca ne istersen yaz, battık kardeşim battık, daha ötesi var mı? Var. Bi tık ötesini ne ben söyleyeyim ne siz. Telaffuzu bile fecaat…
***
Türk-İş’in taze bir araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin, sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması 3.191.55 TL… Buna ‘açlık sınırı’ deniliyor.
Sadece gıda için ayrılması gereken bu rakama temel ihtiyaç maddeleri sayılması gereken konut (kira, elektrik, su, yakıt) ile ulaşım, eğitim, sağlık, giyim gibi diğer zorunlu harcamalar eklendiğinde aynı dört kişilik ailenin aylık gelirinin 10.395.91 TL olması gerekiyor ki, buna da ‘yoksulluk sınırı’ deniliyor.
Tam da o araftan, açlıkla yoksulluk sınırı arasından... Pandemiyle kapandığı evden henüz temel ihtiyaçlar ve iş harici dışarıya çıkmayıp, her gün bir sonraki günün ne getireceği, cepten ne götüreceği üzerine hesap kitaptan bitap düşmüş… ‘Düşün düşün boktur işin’ derken, kendini ‘tuvalet kağıdı mı stoklasam acaba’ düşüncesiyle bulup ‘Allah’ım aklıma mukayyet ol’ dualarıyla bu düşünceyi savuşturup kendini yazı yazmaya zorlamış yazarınız olarak bildiriyorum… “Son iki yılda Parazit’teki (**) aile, bize göre bildiğin orta sınıf oldu ya” diye tweet atmama ramak kala…
Ki o aile, yağmurla dolan, kanalizasyonları taşan bodrum katta eşyalarını kurtarmaya çalışırken, yanlarında çalıştıkları ailenin tek derdi; görkemli evlerinde yağmurun romantizmini yaşarken hafta sonu yapacakları partinin detaylarını, menüyü, davetli listesini belirlemek, giyilecek kıyafetleri seçmekti.
Sonu hiç kimse için iyi bitmemişti filmin, hatırlarsınız…
***
Kötüyüz diyoruz, ölünce iyi olacaksınız diyorlar.
Geçinemiyoruz diyoruz, 2 kilo yerine yarım kilo kıyma, 1 kilo domates yerine iki tane domates yiyiverin diyorlar.
Barınamıyoruz diyoruz, copla karşılanıyoruz.
Sokaktaki vatandaşa ‘halin nedir’ diye mikrofon tutuyoruz, gözaltına alınıyoruz.
İstiyorlar ki, arada vicdan mastürbasyonu yapsınlar; biz de sefalet içinde rahat rahat yaşayalım.
Sanıyorlar ki,
Edirne’ye Bulgarlar, Van’a İranlılar, Iğdır’a Azerbaycanlılar batan geminin mallarını almaya gelirken, ülke koskoca bir ‘Salı pazarı’na ‘BosPa’ya çevrilmişken, yanındaki markete gidemeyen, pazaryerlerinde artık sebzeleri toplayıp askıda ekmek kuyruğunu çoğaltanlar, çocuğuna yiyecek reklamlarını göstermemek için televizyonlarını kapatanlar, dün olduğu gibi bugün de uysalca, tevekkül içinde bekleyecekler.
Korku ve çaresizlikle terbiye olmuş yığınların, aynı tevekkülle devam edeceklerini düşünüyorlar. ‘Kör tuttuğunu beller ekonomisi’nde ipin ucu iyiden iyiye kaçmışken, orta sınıf yoksula, yoksullar açlara evrilmişken… İnsanların kaybedecekleri bir şey kalmamışsa, o çaresizliğin, o ölü bakışların nasıl öfkeye dönüştüğünü görmüyorlar, duymuyorlar…
“Yaşamın boyunca ‘sürü’ içinde yol almak istiyorsan göreceğin tek şey bir sürü kıçtır” diyen Alman atasözünün alt üst olduğunu hatırlatayım ülkeyi buralara getirenlere.
Sürü artık kıç görmek istemiyor!
Damarlarında ‘tevekkül’ değil, ‘öfke’ dolaşıyor…
***
(*)Franz kafka, Milena’ya mektuplar.)
(**)En İyi Film ve En İyi Yönetmen (Bong Joon Ho) dâhil dört dalda Oscar alan, Cannes'da da Altın Palmiye'yi kazanan kara komedi.