İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Turgut Uyar
***
Bu hafta da uzun zamandır, unuttuğumuz bir duyguyu yazarak gelecekte tozlu raflarda yer alma ya da kaybolma çabası vereceğim. Hatırlayacak zamanımızın olmadığı karmaşık günler, aylar, yıllardan geçerken sevinmeyi ne çok unuttuk. Yaşadığımız tüm bu zifiri karanlığın içerisinde kalbimizin en kuytu yerinde sakladığımız, kocaman bir duygu sevinç.

Belki bir makine arasında, belki bir pancar tarlasında belki mahpushanede, o soğuk demir parmaklıklar ardında, bizi göğe bakmaya, baktıkça mutlu kılmaya, maviye umut bağlamaya huy edindiren duygudur sevinç.

Saat gecenin bilmem kaçı hava karanlık, hava soğuk, dışarıda dize kadar kar, fırtına... Yolun ortasından gidip ufak bir otobüs durağında, işçi servisini beklerken yolun sonundan görünen otobüsün ışığı nasıl da mutlu eder insanı.

Gün daha yeni başlamış, makine tezgâhının başında saatleri kovalar bir bir… Sabah olacak, eve gidecek, tencere de pişirip kapağında yiyecek belki ama sabah olacak. Hadi bir çay molası, hadi bir yemek saati, hadi tek tek ilmek ilmek dokuma tezgahı. Yarın maaş günü, attığı her düğümün, attığı her adımın, kurduğu her hayalin başa sarımı. Doğan güneş ile içini kaplayan sevinç, yaşam içindeki yaşama daha sıkı sarılma “göğe bakma zamanı…”

Pancar tarlasında kurulan çadır, evde bırakılan sarışın yeşil gözlü onu bekleyen çocuğu. Çocukların en küçüğü, ondandır onun hasretindendir daha bir hızlı sallar çapayı. Karıkların başına her geldiğinde gökyüzüne bakar, sarı saçlarını koklar evladının. Yakınlarından geçen çocukları yolundan çevirir, koklar öper. Hani sayılı gündür elbet geçecek, geceleri çadırda bir eliyle diğer elini ısıtmak yerine, çocuğunu ısıtacak yarın. Yevmiyesini alacak, hani çok bir şey değil belki ama ufak bir bisküvi götürürüm diyor içinden, nasıl sevinir diye hayal kuruyor. İşte o çadırı toplarken içine sığmayan sevinç. Kamyonun arkasına bindimi, hani o iş bitti ev yoluna girdimi kamyon “işte şimdi göğe bakma zamanı…”

Hani adam öldürmemiş, hırsızlık yapmamış ama düşünmüştür, inanmıştır daha güzel günlerin geleceğine. Hani katil değildir ama korkutmuştur. Gökdelenler değil gecekonduların ışığını hayal etmiş, hayal ettirmiş. Şimdi o soğuk dört duvarın ardında “görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, karanfil kokuyor cigaram dağlarına bahar gelmiş memleketimin” mısralarını okurken mutlu, görüşmecisi gelecek, birkaç güne tahliye olacak belki. Belki yine susmayacak, yine yazacak, yine söyleyecek yine inanacak umut edecek, içeride de olsa o küçücük havalandırmadan göğe bakmayı unutmayacak. Gökyüzüne bakma sevinci, martılara simit atma hayali, her şey bir tarafa sevdiğine kavuşma, bekleyenlerini kucaklama özlemi ile işte şimdi “göğe bakma zamanı…”

Evet kesin net bir tarifi yok belki de içimizdeki adına ”sevinç” dediğimiz duygunun. Net olan şu ki, bir martı, bir Karşıyaka-Alsancak vapuru, bir bardak su, bir çocuk, bir eş, bir sevgili,  bir anne, bir baba, bir yeşil, bir mavi sayabileceğimiz en ufak bekleyen ya da beklediğimiz her şey için “göğe bakma zamanı...”
**
Unuttuğumuz o kadar acı konu var ki, bu hafta unuttuğumuz kendimiz ile devam edelim istedim. Bazı kurumların, şükür mantığı gibi değil elbette. Ne çok unuttuk kendimizi, sevinmeyi, güzel şeylerde nasıl sevindiğimizi…
Oysa bir bardak çay ile dünyayı kurtaracak kadar hayal kuran insanlardık.
Sakladığım sevinçlerimden, göğüs tahtanızın altındaki tüm sevinçlerinize uçsuz bucaksız gök mavisi diliyorum.