İzmir’in üzerine inen akşamın yumuşak dokunuşuyla, Smyrna'nın agorasında toplanan kalabalık, kentin taş zeminine yayılan ayak seslerini ve uzaktan gelen zeytin dallarının hışırtısını duyabiliyordu.
Ksenofanes, ağır adımlarla Agora’ya yaklaştığında, çevresini saran insan kalabalığının kendisine pek de dostane bakışlar atmadığını fark etti. O, Kolophon’dan gelen bir gezgindi, şiirlerini diyar diyar dolaşarak okuyan bir filozof, ama burada, Homeros’un hatırasını kutsal bir emanet gibi taşıyan bu kentte, her adımdan yankılanan sesler ona şunu hatırlatıyordu: “Sen burada istenmiyorsun.”
Oysa o, kendisi gibi bir gezgin olan Homeros'un hayaletini her köşe başında hissettiği bu kentte, geçmişe değil, insanlara ve onların geleceklerine bir söz söylemek için buradaydı. Fakat Smyrna’nın halkı, onu bir düşman olarak görüyordu. Homeros’un epik destanlarını ezbere bilenler, onun adını kutsayanlar, Ksenofanes’in bu devasa gölgeyi göğüslemesine izin vermek istemiyordu.
Ksenofanes, agoranın ortasında bir basamağa oturdu. Yüzündeki kırışıklıklar, yalnızca yaşının değil, taş yolları aşındıran sayısız yolculuğun ve mücadelenin izlerini taşıyordu. Kalabalık, onun neden burada olduğunu merak edercesine sessizleşti. Ksenofanes, derin bir nefes alarak konuşmaya başladı:
“Ben Kolophon’dan, geliyorum. Homeros heykelinin bulunduğu tapınak merdivenlerinde hep onun dizeleri okunurdu. Denizden uzak, dağların eteğinde kurulmuş o kent, beni Homeros’un gölgesiyle savaşmaya değil, halkımın ruhunu aydınlatmaya itti. Sizler burada, Homeros’un tanrılarına tapanlar, onun destanlarındaki tanrıları yüceltenler, bilmelisiniz ki tanrılar sizleri yaratan varlıklar değil; sizler, tanrıları kendi suretinizde yarattınız. Eğer tanrılarınız varsa, onlar ancak sizlerin hayal gücünde vücut bulmuşlardır.”
Kalabalık, onun sözlerine tepki gösterse de Ksenofanes devam etti. “Habeşler tanrılarının kara ve basık burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını söylerler. Homeros ta, tanrıların sizler gibi doğduğunu, sizin gibi giyindiğini ve davrandığını yazdı. Ama size şunu soruyorum: Eğer sizlerin yerine öküzler ya da atlar resim yapabilseydi, onların tanrıları nasıl olurdu? Elbette atların tanrıları at suretinde, öküzlerin tanrıları da kendi suretlerinde olurdu. İşte bu nedenle, tanrılarınızın sizin gibi görünmesi, onların ilahi varlıklar olduğunu değil, sizin hayal gücünüzün bir ürünü olduğunu gösterir.”
Kalabalıktan birkaç kişi homurdanarak geri çekildi. Ksenofanes, onları göz ucuyla izledi, ama korkmadı. “Tanrılarınızı yüceltiyorsunuz, ama ruhunuzu ne kadar yüceltiyorsunuz? Homeros sizlere savaşları, hileleri, zaferleri anlattı. Ben ise size, bir insanın en değerli erdeminin ne olduğunu sormak istiyorum: Siz, ruhunuzu ne kadar temiz tutuyorsunuz? Güreşte ya da yarışta en hızlı olanın değil, zihnini ve ruhunu en iyi şekilde eğitenin, şehirlerinizi daha iyi yöneteceğine inanıyorum.”
Ksenofanes’in sözleri Agora’nın taş duvarlarına çarpıp yankılanırken, kalabalıktan birkaç kişi ona daha yaklaştı. Artık onu dinlemeye hazırdılar. Yavaşça ayağa kalktı ve doğduğu yerden, Kolophon’dan söz etmeye başladı:
“Ben, denizden uzak, dağların eteklerinde kurulmuş bir şehirde doğdum. Sizler deniz kıyısında, Smyrna’da yaşarken, ben çocukluğumu denizden uzakta geçirdim. Ama benim denizim, düşüncelerimin derinliklerinde saklıydı. O yüzden, sizlere suyun yüzeyinden görünenlerden değil, o suyun derinliklerinde saklı olandan bahsediyorum.”
Ksenofanes, Smyrna halkının kendisini anlamasını beklemiyordu belki, ama bir kıvılcım bırakmak istiyordu. "Homeros’un yolundan gitmek, onu taklit etmek değildir. Onun açtığı yolda, kendi ışığınızı bulmanızdır. Ben, sizlerin gerçekleri aramanız için buradayım; tanrıların suretinde değil, kendi aklınızın ışığında bir gerçeklik bulmanız için."
Sözlerini bitirdiğinde, Smyrna’nın Agora’sında bir anlık sessizlik hakim oldu. Ksenofanes, bu kentte, Homeros’un anısına meydan okuyan bir ses olarak anılacak olsa da, bir gölge olarak kalmak yerine, ışığını paylaşmak isteyen bir yol gösterici olarak hatırlanmayı umdu. Smyrna’nın taş yollarında kaybolan bir gezgin değil, bu yolların ötesindeki hakikati arayan bir filozof olarak hatırlanacaktı.
Eğer bir gün yolunuz İzmir’in Menderes ilçesine düşerse, Değirmendere Mahallesi'nin sınırları içinde saklı kalan Kolophon Antik Kenti’ni ziyaret edin. Orada, zamanın tozuyla örtülmüş taşlar arasında Ksenofanes’in yankılarını duyacaksınız.
Ama unutmayın, bu taşlar size sadece geçmişi anlatmaz.
Asıl soru şu: Bugün bizler, kendi hayal gücümüzün yarattığı tanrıları mı yüceltiyoruz, yoksa ruhumuzun derinliklerinde saklı olan gerçekleri mi arıyoruz?
İzmirli Ksenofanes’in düşünceleriyle yola çıkarsak; O zaman tanrılarımızı sadece insan suretinde değil, insan zaaflarıyla da yaratmamış olurduk. Bu durumda, onları yücelten ve korkutan şeyler yerine, erdem ve bilgelik arayışını ön plana çıkarabilir miydik? Eğer tanrılar, bizim zaaflarımızdan değil de ruhumuzun en saf ve asil yanlarından doğmuş olsaydı, bugün inançlarımız ve değerlerimiz neye benzerdi?