Önce kendi unuttuklarımdan başladım yazıya, yaktıklarıma sıra gelene kadar yandıklarımızdan devam edeceğim.

“Son birkaç gündür hiç yürümediğim kadar uzun yürüdüm. Düşünmediğim kadar fazla düşündüm yürürken. Çok uzun yollardan geçtim, kalabalığa da girdim tenhalara da bıraktım bedenimi, tıpkı bir kuş ölüsü gibi. Denize olan korkuma inat başucunda bekledim saatlerce. Deniz boyu bankları izledim, hepsi dolu hepsini işgal etmiş sevdalılar, oysa banklar yalnızlara bırakılmalı, sevdalara samanlık seyran nasılsa.
Yürürken ağaçların gölgesinde dinlenmedim, güneşin tam altına düşürdüm zayıf, ince, kısa hayallerimi. Yandıkça yansın istedim, yansın yanmayı öğrensin artık. Sonra yolun sonuna geldim Gülten Akın’ın şiirini okudum kendime, kendi içime, içimdeki üzgün, yorgun, bıkkın kadına döndüm ve okudum o güzel şiiri; “Kestim kara saçlarımı”. Toplumun üzerime, içime en derinime bıraktığı, olmamı istedikleri kadına döndüm yüzümü ve tekrarladım “kestim kara saçlarımı”. 
Bugün son yürüyüşümü yapıyorum, uzun, zorlu, yorucu. Gökkuşağında eksik kalan birkaç rengi sırtladım yüreğime, usul usul yakıyorum fikrimi... Sonra bu güzel bu serin sulara bırakacağım heybemdekileri... 
İçimdeki çirkin kadın ve ben yürüyecek, daha uzun daha aydınlık yollara gideceğiz ayağa kalktığımız da. Yürüyün sizde, her gittiğiniz yerde bir yanınızı bırakıp yürüyün, yol uzun, hayat kısa...
Tut ki düştüm bu uçsuz bucaksız denize ne kalır benden geriye. Birkaç siyah beyaz fotoğraf, tozlu raflarda aranan tuttuğum notlar, mutsuz ve soğuk bedenim dışında Hadi düş, düş, düş bütün düşlerim... Hadi düş, düş bütün telafi edilmekte geç kalınan telafilerim.”
Önce kendi unuttuklarımdan başladım yazıya, yaktıklarıma sıra gelene kadar yandıklarımızdan devam edeceğim. 
***
“Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz” diye mektup bırakmış ardından Sevgili Zafer. İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde taşeron olarak çalışırken işten atılmakla tehdit edilip lağım temizletilen ve kaptığı enfeksiyon sonucunda 2014’te 26 yaşındayken hayatını kaybeden Zafer Açıkgözoğlu ardında bir mektup bırakarak ayrıldı aramızdan. Okumadığımız ya da okuyup unuttuğumuz nice mektuplardan sadece biri. 
Her giden biliyor, hafızamızın ne kadar zayıf olduğunu. Giden her güzel insan arkasında unutulması mümkün olmayan kelimeler bırakıyor. Bizlerinse gidenlerin ardından küflü beyinlerimizin içine gömdüğümüz ve unuttuğumuz nice şey var aslında. Herkes kendi eteğine düşen ateşle dans ediyor. 
“Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen 1500 işçi gibi. Soma’da ölen 301 maden işçisi gibi. Şimdi diyorum ki, iş buldum, ekmek buldum diye sevinirken güvenlik önlemlerinin alınmamasından, gerekli eğitimin verilmemesinden, altyapı eksikliğinden canımdan oldum. Yaşamak istiyorsanız, sevdiklerinizle mutlu bir yaşam sürmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak istiyorsanız; var olan şartların, eğitimlerin tamamlanmasını isteyin. Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere, tüm sorumluların yasalarca cezalandırılması en büyük dileğimdir. Ceza alsınlar ki tekrar aynı hatalar yaşanmasın. Güle güle…” diye bitiriyor mektubunu Zafer Açıkgözoğlu. 
Genç yaşında hayata veda eden sevgili Zafer’in dava sonucunu merak ettim bir taraftan, 12.100 TL ediyormuş sevgili Zafer’in yokluğu. Yüksek binalardan bakınca karınca kadar görüldüğümüzdendir, anamızın kıyamadığı bedenlerimize biçtikleri fiyatlar. Biraz da unuttuklarımızdır, her gün bizi yeni bir acıya alıştıran. Görmedikleri yaralarımıza üfler gibi yapıp ikna ettiler her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna. 
***
Yirmi dört saat sonra kaybolan hikâyelerde andık hikâyeleri son bulanları. Hiç atlamadık tarihleri elbette, tam tarihi geldiğinde eylemimizi de, acımızı da, tepkimizi de yirmi dört saatlik hikâyelere sığdırdık. Sokaklar bizim değil artık. 
Yaşadığımız tüm acıları bizler bir gün sonra unuttuk da, ya o ateş kendi çatısına düşenler.
Kendimden bilirim yılların unutmak karşısında aciz kaldığı kadar, hatırlatmak konusunda ne kadar acımasız olduğunu. Mutlu ya da mutsuz hiçbir anın yoktur ki ”ya, o olsa nasıl olurdu” diye aklından geçmesin. Yaşam dediğimiz şey belki de unutmadan devam edilebilecek bir cazibeye sahip olmasa gerek ki, sadece kendi acılarımızı hatırlıyoruz, diğer acılar kör noktamıza denk geliyor. 
Zamanın acımasızlığına kurban gitmesinler diye, bu ay yaşanan iş kazası ile beyaz sayfayı karalara boğacağım. 13 Temmuz sabahı Bursa’da mevsimlik tarım işçilerini taşıyan traktörün devrilmesi sonucu 15 ve 16 yaşlarında olan Elif ve Esmanur kardeşler hayatını kaybetti. Ülkemizde çocuk işçilerin neden var olduğunu tartışma seviyesine gelmemiz şuan itibariyle umutsuz elbette, bari ölümlerine ses olabilsek diye geçirdim içimden. Ardında mektup bırakacak kadar yaşamamış olanlar, mektup bırakanlar, gidenler ya da yarım kalanlar, ne zaman ki seneyi devriyelerinde sadece hikâyemize not bırakarak anmaları bırakırız, belki o zaman tepemizden bakanların hayatlarımıza biçtikleri bedelin hesabını sorabiliriz. 
UNUTULMAMASI GEREKEN YAŞAN(AMA)MIŞLIKLAR AMA UNUTULMUŞLAR KÖŞESİ…